Bilinmeyeni seviyorum… Kulaklarımda çınlanıyor bu cümle, sürekli ve
tekrar tekrar… Bilinmeyeni neden sever insan diye düşünmekten
alıkoyamıyorum kendimi. Bilinmeyeni öğrenmek, öğrenmeye çalışmak bir
tutku yaratıyor bazılarımızın içinde. Öğrenmek için çırpınıp durmak bize
eşsiz bir haz veriyor. Neden kitap okuyoruz ki? Bilinmeyene bir
yolculuk, bir keşfin kapılarını açacak umuduyla. Richard Linklater’in
“Before Sunrise” ve “Before Sunset” filmlerinin bu akşam benim
bilincimde yarattığı bu yeniden içsel keşifler gibi…

Viyana’da
güneş doğar, aynı güneş aşağı yukarı aynı zamanda Berlin’de de doğar,
hatta çok az bir zaman sonra Londra’da da doğan aynı güneştir. O akşam
yaşananlardan iz kalmamıştır sokaklarda… Tüm izler beynimizin
kıvrımlarında, belki de kalbimizdedir. Kalbimizde ise ne mutlu bize, pek çoğumuzun içinden çoğu zaman ben artık aşka inanmıyorum diye haykırmak
gelirken! Neden aşka inanmıyor Celine? Neden aşka inanmıyorsun sen?
Neden aşka inanmıyorum ki ben? Belki de gerçekten aşık olduğumuzu
bugünden önce değil de ancak yarından sonra anlayabildiğimiz için. Bazen
ise hiç bir zaman anlayamadığımız için. İşte pişmanlıklar bu noktada sahneye çıkıyorlar. Bazen ise genel olarak bir memnuniyetsizlik duygusu kaplıyor
içimizi. Ama nedeni meçhul…

“Hayatı değerli yapan zamanın
kısıtlılığıdır” diyor film kahramanı. Bu sözü yahut benzerlerini pek çoğumuz artık her gün okuyoruz birbirimize gönderdiğimiz forward
epostalarda. Okumak neyi değiştiriyor? Bence bu kadar sık duymak bizi
daha da duyarsızlaştırıyor. İnsan hayatı boyunca o kadar az kere
oturup ciddi ciddi hayattaki önceliklerini sorguluyor ki, zaman veya
zamanın kısıtlılığı ise mutlu anlarımız hiç bitmesin, sıkıntılı zamanlar
hemen bitsin klişe dileklerinden öteye geçemiyor.

Filmde Celine
konuşuyor: “Eğer bir tanrı varsa, hiçbirimizin; ne senin ne de benim
içimde değil, aramızdaki bu küçücük alandadır. Eğer bu dünyada sihir diye
bir şey varsa birinin bir şeyi paylaştığını anlama girişimindedir.” Heyhat
gerisi boş mu? Vallahi boş! Gerisi, arta kalanı yalnızlık ve
yalnızlığın getirdiği saplantılar. Yalnızken insan kendisine daha çok
soru soruyor, sonra daha çok sormaya ve sorgulamaya başlıyor. Bütün
parçaları tastamam yerine oturmuş bir yapbozu tekrar tekrar yapmaya
kalkışıyor. Hatta doğru olan parçalarını kaybedebiliyor zaman zaman.

Gelecekte daha çok insanla karşılaşacağım nasıl olsa diyerek büyük
bir umarsızlığın pençesine düşebiliyor. Sonrası ise hüzün… Pişmanlıklar
ve beklentiler depresifleştiriyor kişiyi. Depresif kişi önce kendisine
sonra çevresine saldırıyor, mutsuzlaşıyor, mutsuzlaştırıyor… Halbuki,
bugünden sonra, yarından önce ise pişmanlık yok, beklenti yok, şimdi
var, samimiyet var…

Bu yazı, ilk defa 9/10/2007
tarihinde havadansudan.azbuz.com’da yayınlandı.